Mazi kalbimde yaradır

Kodla Büyü

zannaz

Aktif Üye
Mesajlar
247
Sevgilim,
Ben şimdi büyük bir kentte seni düşünmekteyim.
Elimde uçuk mavi bir kalem, cebimde iki paket sigara.
Çıkıp gitmelerimiz, su içmelerimiz, öpüştüklerimiz…
Ağlarım aklıma geldikçe gülüştüklerimiz…
Çiçekler, su verdim bu sabah çiçeklere.
O papatyanın yüzü gülmüyor sensiz.
O çiçekler hepten hüzünlü bugünlerde….
Gür ve coşkun bir gün ışığı dadanmış pencereye.
Masada tabaklar neşesiz.
Koridor ıssız.
Banyoda havlular yalnız.
Mutfak dersen derbeder ve pis.
Kapı diyor ki; ‘’açın beni, kapayın beni.’’
Perdeler gömlek değiştiren yılanlar gibi.
Radyo desen sessiz.
Tabure sandalyelerden çekilmiyor.
Küçük oda karanlık ve ıssız.
Her şey seni bekliyor.
Her şey gelmeni, içeri girmeni.
Senin elinin değmesini.
Gözünün dokunmasını.
Ve her şey tekrarlıyor seni nice sevdiğimi.
Ama yoksun!
Sanırım benim için artık bir hayal kahramanına dönüştün sen…
Karanlıksın, şiddetlisin, yıkıcısın, bencilsin.
Senden başka hiçbir şey solumama izin vermiyor.
Öyle gözlerimin içindesin…
Diyordum ki; ”beni sana getiren, beni sende unutturan nedenleri bombalamak gerek…”
Öyle birden…
Birden karanlık kuyudan çıkıp geliyorsun.
Yosun sanki gözlerin yada kahverengi.
Gözlerim unuttu gözlerinin rengini çoktandır değmeyeli…
Yoksun dimi?
Aslında varsında ama niçin kayboluyor tenin-ellerin ben uzanınca?
Ama niçin içinden geçe biliyorum?
Öylece şeffaf şeffaf ve karanlık…
Bir kuyu yine sesimi bana bağışlayan, bir kuyu yine sesimi reddeden…
Kafamda sanki tüm bunlar, ben uydurdum seni, ben uydurdum böyle seni sevmeyi…
Ben uydurdum diyorum gözlerini, yosun muydu onlar kahverengi mi?
Unuttu gözlerim gözlerinin rengini görmeyeli.
Ne diyordum; ”beni sana getiren, beni sende unutturan nedenleri bombalamalı.”
Yosunu ve en kahverengiyi.
Kurtulmalı senden, sen duygusundan…
Bak yine bir kuyu kafamda, bu beyni uçurmalı.
Bu beyni uçurmalı ve kurtulmalı seni sevmekten.
Bak kuyu yine, niye?
Bir kuyu, bir hayal kahramanı, kuyunun bana verdiği adın ve ölü melekler…
Kalp dediğin bilir imkansızlık şiirini bilir de, ya gözlerim?
En yaralı yerim benim..
Gözlerim gözlerinsiz kalınca ben sabahı nasıl ederim?
Kararmaz mı bütün dünyam, bir ömür…?
Ya nasıl öğreteyim sende ki imkansızlığımı ellerime?
Artık kavuşamayan ellerimiz nasıl da yıkmakta bunca şeyi? Ne tuhaf..
Oysa benim başım en çok senin göğsüne yakışırdı…
Başım ki tam omzuna yatmalıktı…
Ben artık bu yetim başla hiç bir hayale ağlayamam…
Sonra boynum… Ki dalından düşen bir yaprak…
Mevsimsiz sürgün yedim, senden ayrı bir ömre doğarak…
İnsan yalnız kalbiyle sevmez ki, unutmaya ilk oradan başlasın…
Unutmak kör kuyu, dipsiz karanlık.
Nerden başlamalı unutmaya seni, bilmem ki…
Senden başladım unutmaya kendimi…
Ama ben seni nasılda kırılgan, nasılda kendiliğinden sessiz ve kimsesiz sevmiştim.
Mevsimlerden bahar, kuşlardan serçe, çiçeklerden papatya, renklerden beyazdın.
Ben seni içimde geç kalmış cümlelerin telaşıyla ve merdivenleri üçer beşer çıkmanın coşkusuyla sevmiştim.
Ama ben seni son istasyonlar gibi sevmiştim.
Söylenecek öyle çok şey var ki fakat anlatamıyorum.
Burnumun direği sızlıyor sonra boğazım ağrıyor.
Bu sanırım ilk terk ediliş gibi…
Bazı anne-babalar bebeklerini çok küçükken terk ederler.
Ne anlar ki, bir bebekten ayrılıktan.
İçi ile bildiği, içi ile sevdiği bir çift kahverengi göz silinir bebeğin gözlerinden o kadar.
Sandığından derindir oysa çocuğun terk edilmek hususundaki bilgisi.
Hayatının geri kalanında silinen o hayali bir yap boz gibi tamamlamak için uğraşır.
Bu sanırım ilk çaresizlik gibi…
Anneler; bebeklerinin bu dünyadan korktukları anda, geri dönebilmek için cennetin sihirli anahtarıymışçasına göbeklerine taşıdığı bağı kesip bahçedeki ağacın altına gömerler.
Şimdi o bahçeye gidiyorum.
Bu sanırım birazdan ölmek gibi…
Birazdan öleceğini bilmek gibi…
Bakışını çevirdiğin yerde muradın kalabilir.
Dökülürken dudaklarından yarım kalabilir onun adı.
Bu son hecen olabilir.
Bu sanki hapishane penceresinden lunaparkı izlemek gibi…
Gökyüzsüz, kuşlarsız kalmak gibi…
Bu saçların bir gecede ağarması gibi…
Öleceğini sanıyorsun ve bedenin acını anlıyor.
Duygularına itaat ediyor.
Bu yüzden ifaden belirsizleşip tenin matlaşıyor.
Yüzünde çizgiler beliriyor.
Bedenin kendini ölüme hazırlıyor.
Bir gecede saçları ağarmış insanlara bak.
Onlar o gece öldüler.
Ben şimdi aynı ağrıyla gidiyorum…
Bu sanki kırılan bir bileğin üzerinde sek sek oynamak gibi…
Şimdi ben bu yüreği nasıl aşikar edeyim?
Ya sırrımı hangi aynalara dökeyim de, bana seni versin?
Adınla başlasam besmeleme, bir kara dua dökülür dudaklarımdan.
Lal olur dillerim, göğe kalkmaz ellerim de, utancımdan alnımı secdeye mühürlerim.
Artık ne mümkün ikna olmak üç kuruşluk saadete?
Tanrım bana izin ver.
Ver ki, sesi dahi kalmasın kulaklarımda.
Bana izin ver.
Ver ki silinsin soluğu hayalimden gözleri…
Tanrım bana izin ver…
İmanla söylüyorum, bil!
Sen ve ben ıslanıyorsak bu sağanakta, başka yüreklerde mutluluk yeşersin diyedir…
Bu yangın ikimize birden yeter…
Ben yanarım da sen doğarsın küllerimden.
Belki dikiş tutmam…
Belki kör olur uykularım…
Ben belki hep susarım…
Ki susmak,bir sevdalanma biçimidir sevgili!
Belki başka türlü olsaydık seninle…
Başka bir takvimde karşılaşsaydık mesela…
Başka bir iklimde açsaydık gözlerimizi birbirine…
Başka bir masalda alsaydı dudaklarım bu emanet yangını dudaklarından…
İkimizin de ismi aşk ihtimaliydi…
Aşk ihtilaliydi…
Oysa bu 2011’in İstanbul’unda sen ve ben yasaklanmış kitaplar gibi terk ediliyoruz tüm ihtimallerden.
O ihtimallerin kökünü kurutmalı diyorum.
Adımızın yan yana yazıldığı bütün cümleler sözlükten atılmalı diyorum.
Alın yazımızı birleştiren bütün parşömenler yakılmalı, gözlerimizin değdiği anlar…
O anlar darağacında sallandırılmalı…
Hangi deniz, hangi gökyüzü, hangi martılar ve hangi İstanbul’sa bizi birbirimize getiren…
Şimdi mahkum edilmeli hep gün batımına, kara bir Ekim gibi…
Biz artık kurşuna dizilmeli!
 
Geri
Üst